Siyasi Yapı
Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası´nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.
İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı´nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Hitit İmparatorluğu´nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.
M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir.
M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.
Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur.
M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.
M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.
395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.
944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.
9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey´i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi. Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.
1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu. 1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi. Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti.
14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası´nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.
Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.
Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.
Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı. Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi.
1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa´nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar. Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.
1. Dünya Savaşı´ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti´nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.
İdari ve Fiziki Yapı
Hatay Türkiye´nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biridir. Yapılan arkeolojik araştırmalarda milattan önce 100.000 ile 40.000 yılları arasına tarihlenen bulgulara ulaşılmıştır. İl toprakları ilk tunç çağından itibaren Akat beyliği ve M.Ö. 1800-1600 yıları arasında Yamhad krallığına bağlı bir beyliğin sınırları içerisinde yer almıştır. Daha sonra M.Ö. 17. yüzyıl sonlarında Hititler´in ve M.Ö. 1490 yıllarında Mısır´ın egemenliğine girmiştir. Ardından Urartular, Asurlular ve Persler´in egemenliğine girdi. M.Ö. 300 yılında Antakya kurulmuş ve kent hızla gelişmiştir.
Kent M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu´na katılmış ve imparatorluğun Suriye eyaletinin başkenti olmuştur. İl toprakları M.S. 638 yılında İslam ordusu tarafından fethedilmiş, Emevi ve Abbasi egemenliğinde kalmıştır. Daha sonra 877 de Tolunoğulları´nın fethettiği topraklar sırayla İhşitler ve Selçuklular tarafından yıkılan Halep merkezli Hamdanoğulları (Beni Hamdan) egemenliğine girdi. 969 yılında Bizans imparatorluğunun topraklarına katılan il, Haçlı seferleri sırasında da önemli rol oynamıştır. Antakya Memluklar tarafından Haçlıların elinden alınmıştır (18 Mayıs 1268). 1516´da Yavuz Sultan Selim bu toprakları ele geçirmiş ve Osmanlı Dönemi başlamıştır.
İl topraklarının yüzölçümü 5403 kilometrekare ve nüfusu 1997 sayımına göre 1.192.393 ve 2000 sayımına göre de 1.256.726 kişidir. Nüfus artış hızı yaklaşık olarak %1,2’dir. İl topraklarının % 46’sını dağlar, %33 ünü ovalar ve %20 sini platolar oluşturur. İl topraklarının en önemli yükseltisini kuzey-güney hattında uzanan Amanos dağları (Gavur dağları ve Nur dağları olarak da bilinir) oluşturur. Bu sıradağların en yüksek noktası ise Mığırtepe (2240 m.)dir. Diğer önemli yükseltiler Ziyaret Dağı ve Keldağ (Arapça Cebel Akra´ ya da Latince Casius. 1739 m.)dır. Hatay´ın en önemli akarsuyu olan Asi Nehri (Orontes) Lübnan dağları ve Anti-Lübnan dağları arasındaki Bekaa vadisinde kaynayan akarsuların birleşmesiyle oluşur, Suriye topraklarından geçerek ilin güneydoğu sınırlarından girer ve Samandağ yakınlarında delta oluşturarak Akdeniz´e dökülür.
Surla çevrili şehrin fiziki yapısına gelince; XVI. yüzyılda Antakya´da Meydan Hamamı, Cündî Hamamı, Beyseri Hamamı ve Mehmed Paşa vakfı bir diğer hamam daha bulunuyor, ayrıca şehir içinde ve Asi nehri üzerinde çeşitli değirmenler yer alıyordu. Değirmenlerin bir kısmı Memlûk döneminden kalmaydı. 1570 tahririne göre Antakya´da bir bedesten vardı ve bu yapı içinde 101, dışında da iki dükkâna sahipti. İbn Debbûs mahallesinde ise alt katında yirmi sekiz, üst katında yirmi iki oda ve iki dükkân bulunan bir han vardı. Cafer Ağa vakfı olan Hân-ı Sebil, yolcu ve hacıların yanı sıra devlet memurlarının da kaldığı oldukça lüks bir konaklama yeriydi. Ayrıca şehirde Cebel-i Ahmer´deki (Kızıldağ) karlıklardan getirilen buz ve kar da satılıyor ve geniş bir alıcı kitlesi buluyordu.
Şehir etrafındaki köylerde ise pirinç ziraatı önem kazanmıştı. XVII. yüzyılın sonlarında Antakya´da vakıfları olan cami ve mescid sayısı yirmi sekize ulaşıyordu. Bunlar arasında Habîb-i Neccâr Camii ve Zaviyesi, Câmi-i Kebîr, Erdebilî Camii, İbn Sûff Mescidi, Kubbeli Mescit, Yûnus Fakih Camii ve Saru Mahmut Şönbik, Debâğa Kastal. Meydan. Mukbil. Şuğurluoğlu. Numan. Ağca, Hamamcıoğlu ve Şeyh Necm, Şeyh Haliloğlu, Basaliye ve İmaran gibi bazıları mahalle ismi taşıyan mescidler sayılabilir. Ayrıca Kapıağası Cafer Ağa Muallimhanesi, Fârisiye Medresesi, Ömer b. Ya´küb b. Ahmed b. Mansür´un Gaziliye Berrâniye Bukası, Meydan´da Mağribiye Zaviyesi bulunuyordu.
Mahalli İdareler
Hatay’ın ALTINÖZÜ İlçesine bu adın Osmanlılar zamanında verildiği, o dönemde Fatikli Mahallesi´nde düzenlenen tapu kayıtlarından Altınözü isminin geçmesinden anlaşılmaktadır. Altınözü, Araplar tarafından alınmasından sonra kale tipi şato anlamına gelen Kasi diye anılmış ve zamanla bu kelime bozularak, halk arasında Kuseyr denilmeye başlanmıştır.
İslâmiyet’in yayılmasından sonra Altınözü’ ne hâkim olan Kozkalesi, Hz. Ömer devrinde 638 yılında Araplar tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Haçlıların eline geçmiş ve bu durum 150 yıl devam etmiştir. Ancak Memluk Sultanı Baybars daha sonraları Kuseyr (Altınözü) bölgesini ele geçirmiş ve bu bölgede 1515 yılına kadar hâkimiyetini sürdürmüştür.
Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Mısır seferi (1515) sırasında Kuseyr bölgesini Osmanlı’lara bağlamıştır. Bölgede altın madenleri olduğu için de kente Altınözü adı verilmiştir. Sultan II. Abdülhamit’in toprak reformu sırasında Altınözü Halep Vilayetine bağlanmıştır.
Hatay İline bağlı bir ilçe merkezi olan BELEN’de ilk yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, Emeviler zamanında tarihte ismini ilk kez duyurmuştur. Ayrıca Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Belen`den, Beylan olarak söz edilmiştir. Bu sözcüğün "Beyi" anlamında bir kökten türediği ve iki dağ arasındaki bir yer olduğu söylenmektedir. Belen, Orta Asya Türkleri`nin kullandığı bir sözcük olup, Anadolu`nun diğer bölgelerinde de aynı isme rastlanmaktadır. Ayrıca Balkanlarda bu isme rastlandığı gibi seyahatnamelerde de yer almıştır.
Antik dönemde “Suriye Kapısı”, “Amanos Kapısı”; Ortaçağda “Pagrae”; Arap kaynaklarında “Bakras” ve zaman zaman “Bab-ı İskenderun”, “Mozaik Bagras” gibi adlarla anılan geçidin, Belen yerleşiminin kurulmasıyla birlikte birkaç kilometre Gedik ile Derebahçe arasında kalan 2 km. uzunluğunda devam eden boğazın denize bakan ucuna “Belen”; Amik ovasına doğru olan doğu tarafına ise “Bagras” adı verilmiştir. Karaağaç bölgesinde Tellihöyük veya Karaağaç adını taşıyan höyükte Mc. Ewan’ın bulunduğu bazı çanak – çömlek parçaları, burada antik çağ öncesinde yerleşim olduğunu göstermektedir.
XVI. yüzyılda Kanuni Sultan yol güvenliğini sağlamak için buraya bir derbent teşkilâtını kurmuş 1552 yılında da cami, hamam ve han yaptırmıştır. Ayrıca Belen`in İskenderun çıkışında yoldan 7–8 m. aşağıda XVIII. yüzyılda bulunan kümbet Abdurrahman Paşa`nın mezarı üzerine yapılmıştır. Çevresinde Paşa`nın ailesine ait mezarlar bulunmaktadır. Belen’de ayrıca 1914 yılında şehit olan 41.Fırka kahramanları için 1981 yılında bir anıt yapılmıştır, çevresi park şeklinde düzenlenen bu anıt ana yola göre bir hayli yüksektedir.
Antakya-İskenderun arasındaki Kızıldağ eteklerinde bulunan Bakras Köyü yakınlarındaki kale sarp bir tepenin üzerindedir. Roma döneminde yapılan bu kale Anadolu Suriye yolunu kontrol etmek amacıyla yapılmış olup, Osmanlı döneminde de onarılarak kullanılmıştır. Kalenin bir bölümü bugün ayaktadır. Belen ile ana yol arasında kaleye giderken sol tarafta görülen kalıntılar ve onun karşısındaki köprü, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1552`de yaptırılan Karamurt Hanı’dır. Yapımından 150 yıl sonra yenilenen bu hanın yanına cami, sübyan mektebi ve imaret eklenmiştir. Günümüze dış duvarlarından pek azı gelebilmiştir. Köprü iyi bir durumdadır.
Hatay ilinin bir ilçesi olan DÖRTYOL, İskenderun Körfezi’nin ucunda, deniz ile Amanos Dağları arasında yer almaktadır. Dörtyol’un kurtuluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, XVI. yüzyılda çevresindeki Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı külliye göz önünde bulundurulacak olursa bu tarihte Dörtyol’da da yerleşim olduğu düşünülebilir. Tarihi kaynaklarda Dörtyol`a ilk defa Abdurrahmanlar, Çankırılar, Delisüllüler, Bölükbaşılar, Bozdoğanlar, Karabeyler, Akkoyunlular, Türkoğulları gelip yerleştikleri belirtilmiştir.
Hatay ilinin kuzeyindeki Amanos dağlarının Akdeniz’e bakan batı eteğinde yer alan ERZİN İlçesi tarihte ismini ilk kez MÖ.333`te Büyük İskender ile Pers Kralı Darius III`un burada savaşmasıyla duyurmuştur. Ancak, o dönemden önceki yıllara ait Antik yerleşim kalıntıları, suyolları, sütunlu cadde, hamam ve tiyatrosu bulunmaktaydı. Bu da gösteriyor ki Erzin’de MÖ. V.-IV. yüzyıllarda bir yerleşim bulunmaktadır.
Otlukbeli Savaşı`ndan sonra (1473) Akkoyunlular`ın Türkmen boyları buradaki Karahöyük yöresine göç etmiştir. Bunlardan bazıları da Erzin`in batısındaki "Şeyhin Ocağı" denilen yere yerleşmişlerdir. Daha önceki yıllarda, Selçuklu ve Memlûklu zamanında Türk boylarından Özerler`in, Tebüklüler`in (Tıbıklar), Pındıklar’ın buraya yerleştiği de sanılmaktadır.
Hatay’ın Gaziantep sınırında bulunan HASSA İlçesi 1864–1865 yıllarında Amanos dağlarında yaşamakta olan “ULAŞLI” boyunun isyanı üzerine bölgeye gönderilen Osmanlı Fırka-i İslâhiye birlikleri komutanı olan İbrahim Derviş Paşa’nın isyanı bastırarak bölgede konaklaması ile kurulmuştur. Ordu köyü namı ile bir karye olarak teşkil olunan Hassa’ya civar nahiyeler olan Hacılar, Tiyek ve Akbez’ den birkaç yüz hane getirilerek yerleştirilir ve Maraş Mutasarrıflığına bağlanır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransızlarca işgal edilen ilçe 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile 5 Ocak 1922 tarihinde Fransız birliklerince boşaltılır.
Bu karışık dönemde Türk çeteleri Hassa’ya girerek, Kasım 1921’de hükümet binasına Osmanlı Sancağı çekmişler, sınırı ve kurtuluşu fiili hale getirmişlerdir. Halk arasında bu tarih 15 Kasım olarak bilinmekte ve bu tarih kurtuluş bayramı olarak kutlanmaktadır. Hassa ilçesi Hatay’ın Türkiye’ye katılışına kadar Gaziantep ili İslâhiye ilçesine bağlı bir bucak iken, Hatay’ın ilhakı ile (1939) ona bağlı ilçe konumuna erişmiştir.
İSKENDERUN: Alexandreia, Hellen diline göre, Alexandros (İskender) Yurdu anlamındadır. Aynı adı taşıyan diğer kentlerden ayrılması için, Kilikya’daki bu kente, Roma döneminde, Alexandreia Minor (Küçük Alexandreia), Haçlılar döneminde de Alexandretta denmiştir. Alexandreia, İ.Ö. 333’te bu yöreden geçen İskender’in isteği üzerine veya Onun ölümünden (İ.Ö.323) sonra İmparatorluğu bölüşme kavgasına giren komutanlardan biri olan Antigonos’un kurduğu, bir diğer olasılığa göre de Antigonos’dan sonra bu yöreleri ele geçiren I.Seleukos tarafından kurulmuştur.
Karaağaç mevkiindeki Telli Köy adını taşıyan höyükte Mc. Evan`ın bulduğu bazı çanak çömlek parçaları buranın antik çağ öncesi yerleşime açıldığını göstermektedir. MÖ. 2000’li yıllarda burada Hititler’e bağlı Kadu Beyliği`nin kurulduğu bilinmektedir. ( Kadu, Hitit`çe de körfez anlamına gelmektedir.) MÖ. 1200`lü yıllardan önce Fenikeli`ler burada "Myriaydus" adıyla bir koloni kurdular. Burası M.0. 1200`den sonra merkezi Reyhanlı olan geç devir Hattini krallığına bağlandı. MÖ. 7. yüzyılda Türk asıllı bir millet olan Hurriler`in eline geçen İskenderun ve çevresi MÖ. 6. yüzyılda Perslerin eline geçmiştir. İskenderun gerçek anlamıyla MÖ. 333 yılında, Asya seferine çıkmış olan Büyük İskender tarafından kurulmuştur. O zamanlar asıl adı "Alexandreia" idi.
Kent Roma egemenliğine girdikten sonra, İranlıların istilasına uğramış, kalesi tahrip edilmiştir. Yeniden inşa edilen kentin adı Peutinger tabularında, bu bölgede cüzzam hastalığı yayılmış olduğu söylentileriyle Alexandreia Scabiasa olarak gösterilmektedir. IV. yüzyıldan itibaren “Küçük İskenderiye” de denilmiştir. Büyük olasılıkla kalesi Abbasi halifesi tarafından yeniden yaptırılmıştır. İslam kaynaklarında İskenderiye, İskenderun’a olarak da geçen kent, Doğu Roma-İslam arasında birçok kere el değiştirmiş, daha sonra Türklerin eline geçmiştir.
Hatay iline bağlı bir ilçe olan KIRIKHAN, çevresinde tarihi kalıntılara rastlanmaktadır. Yol güzergâhı üzerinde olduğundan burada bir takım hanlar yapılmışsa da bunların çoğu günümüze gelememiştir. Bu yüzden de ilçeye Kırıkhan ismi verilmiş ve bu sözcük söylene söylene Kırıkhan’a dönüşmüştür.
Kırıkhan Ovası`nda Prehistorik Çağa ait höyükler, 4 km. uzaklığındaki Alaybeyli Köyü`nde Darbısak Kalesi-Bayezid-i Bestami Türbesi bulunmaktadır. Bu yer günümüzde ziyaretgâh konumundadır. Ayrıca Kırıkhan-Hassa yolunun batısında, Amanos Dağları eteğinde, Ceylanlı Köyü`nde (Kırıkhan`a 8 km. uzaklıkta) Roma dönemine ait mozaiklerle karşılaşılmıştır. Köyün girişindeki kayalıklarda Roma dönemine ait kabartmalar ve kaya mezarları bulunmaktadır. Ceylanlı Köyü`nün yakınında XIII.- XV. yüzyıla ait Oğuz aşiretlerinin yerleşim yeri kalıntıları ile de karşılaşılmaktadır.
Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan REYHANLI’nın çok eskiye inen bir tarihi vardır. İlçe sınırları içerisinde Tel Cudeyde höyüğünde MÖ.6100 yıllarına kadar inen buluntularla karşılaşılmıştır. Yine aynı yerdeki Tel Aççana höyüğünde ise yerleşim MÖ.3300`e kadar inmektedir. Yöre Hitit yönetimine girmiş ve ardından burada yaşayanlar Hititler`e karşı bir birlik oluşturmuşlardır. Bu birlik tarihte bulunan en eski siyasi bir birliktir ve birliğin merkezi de yöredeki Kanula`dır. Amik Ovası`ndaki höyüklerden Reyhanlı sınırları içerisinde kalan Tel Aççana, Tel Cudeyde, Tainat ve Çataltepe`de 1930 ve 1948 yıllarında kazılar yapılmış, tarih öncesi çağlara ve Hititlere ait kalıntı ve buluntular ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde ise Tel Kurdu Höyüğü´nde kazılar devam etmektedir.
Reyhanlı İlçesi XVI. yüzyıl başlarına kadar Inta ismini taşıyordu. Osmanlıların yöreyi ele geçirmesinden sonra kentin ismi Reyhanlı olarak değiştirilmiştir. XIX. yüzyıl ortalarında Kıbrıs ve Kafkasya`dan gelen göçmenler buraya yerleştirilmiş ancak, bunların birbirleri ile çatışmaları üzerine Derviş Paşa buraya arabulucu olarak gönderilmiştir. Reyhanlı 1919`da Fransızların elinde bucak merkezi olarak yönetilmiş, 1939`da Türkiye`ye katıldıktan sonra İlçe konumuna gelmiştir. Ali Cevat, Reyhanlı’yı "Halep Vilayeti Merkez sancağının Harim kazasına bağlı bir nahiye olarak" tanımlamaktadır.
Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan SAMANDAĞI’da tarih öncesi yerleşmelerle ilgili araştırmalar yapan Prof. Muzaffer Şenyürek ve Prof. Enver Bostancı, Musa Dağı’nın eteklerinde, Samandağ’ın 4,5 km. kuzeybatısında Mağaracık beldesi yakınlarında mağaralarda yaptığı araştırmalarda eski çağlarda burada yerleşimin olduğunu ortaya koymuşlardır. Burada bulunan kemikten yapılmış aletler, fosil hayvan kemikleri MÖ.40.000–10.000 tarihleri arasında yerleşime işaret etmektedirler. Ayrıca Çevlik Mağarası’nda, İncili Mağarada ilk yerleşimi belgeleyen buluntularla karşılaşılmıştır. Hititler ve MS.1200’de başlayan Dor göçleri sırasında da Samandağ yöresindeki yerleşim devam etmiştir. Koloni Çağı denilen bu dönemde Antakya’nın en eski limanı Al-Mina, Asi Nehri’nin ağzında burada bulunuyordu. Bu limandan nehir yoluyla gemiler Antakya’ya kadar ulaşabiliyordu. Zamanla nehrin getirdiği alüvyonlarla dolmasından ötürü bu liman önemini yitirmiştir.
Samandağ çevresinde yapılan araştırmalar, MÖ.800–400 yılları arasında yaşayan insanlara ait bazı kalıntıların günümüze ulaştıklarını kanıtlamıştır. Buradaki yapılar birbirlerine çok benzemektedirler. Taş temeller üzerine oturan duvarlar tuğladandır. Ancak bu yapıların ticari amaçlı olduğu da unutulmamalıdır. Romalılar bu limana büyük önem vermişler, Samandağ’ındaki Titus Tüneli limanın korunması için önem kazanmıştır. Titus Tüneli’nin çevresinde limana sellerin getirdiği kum ve çakılların önlenmesi için Roma döneminde 1300 m.lik kısmı dağın altından geçen 1380 m uzunluğunda 6x7 m. genişliğinde bu kanal inşa edilmiştir.
Samandağ’ının kuzeyinde, 5 km. Antakya`ya da 30 km. uzaklıkta olan Çevlik’te Seleukoslar zamanında MÖ.303’te kurulan bir yerleşim bulunmaktadır. Günümüze bazı duvar kalıntıları ve kente ait kalıntılar gelebilmiştir. Çevlik’te Titus tüneli yakınında Bizans dönemine ait olan 12 kaya mezarının bulunduğu 30x15 m. genişliğinde bir avluyu andıran mağara ile karşılaşılmıştır. Kayalarla çevrili olan bu mağara-mezar içerisindeki mezarlar Bizans dönemine aittir. Ayrıca dağın üzerinde Zeus adına yapıldığı söylenen bir mabede ait kalıntılarla karşılaşılmıştır. Burada sütun parçaları, sütun başlıkları ve mermer zemin döşemesi Roma dönemine ait olduğunu göstermektedir.
Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan YAYLADAĞI ilçesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde ordusu ile birlikte burada konaklamış ve bu yüzden de buraya "Ordu " ismi verilmiştir. Cumhuriyetin ilânından sonra, 1940 yılında Karadeniz’deki ordu ile ismi karıştığından Yayladağı olarak değiştirilmiştir. Bu ismi de bölgedeki Yayladağı’ndan almıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde buradan, Trablus Şam’a bağlı Ordu köyü olarak söz etmektedir.
Bölgedeki ilk yerleşim Hititler döneminde olmuştur. Nitekim Keldağı üzerinde 1316 m. yükseklikteki küçük bir teras üzerinde Hititlerden kalma bir mabet olduğu sanılmaktadır. Seleukos I Nicator zamanında burada Zeus adına bir mabet yapılmıştır. Bu mabet ilk defa 1832 yılında fark edilmiş, 1928 yılında küçük çapta bir araştırmadan sonra 1963 yılında W. Djobadze burada kazı yaparak 55.50x60 m. genişliğinde avlunun güneydoğusundaki mabedi ortaya çıkarmıştır. Bu mabet, MS. V. ve VI. yüzyıllarda kullanılmış XIII. yüzyılda da kilise olmuştur.
Yayladağı’na Persler, Makedonyalılar, Roma ve Bizanslılar egemen olmuşlar. Hz. Ömer zamanında başlayan Arap akınları sırasında onların eline geçen bölge, 300 yıl kadar Arapların elinde kaldıktan sonra Bizanslılar tarafından geri alınmıştır. O dönemde Abbasiler Türk boy ve aşiretlerini buraya yerleştirerek Savcılar aşireti reisi Kasım Bey`i buraya Bey olarak atamıştır. Nitekim Kasım Bey`in Bizanslılardan alıp, camiye dönüştürdüğü Kasım Bey Camisi günümüze kadar ulaşmıştır. Kasım Bey yaptırdığı bu eserlerin idaresi için, Keşap, Kozluk, Helgin ve Şakşak gibi yerleri vakfetmiştir.
Malazgirt Zaferi’nden sonra (1071) Anadolu’yu Türkleştirme çalışmaları içerisinde Selçuklular zamanında Ordu adıyla anılan Yayladağı, Osmanlılar zamanında da Ordu Muradiye adıyla anılmıştır.
Ticaret ve Sanayi
M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropolisi durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi.
XVI. yüzyılda Antakya önemli bir geçit mevkii durumundaydı. Gayrimüslim nüfusu bulunmuyordu. Nitekim köprübaşında giren ve çıkan mallardan Bac vergisi alınıyordu ve bu vergi XVI. yüzyıl başlarında 4500 akçe iken daha sonra 12.000 akçeye yükselmişti. Ayrıca şehirde, alınan vergilere göre, at ve esir pazarı, mezbaha, boyahane, tabakhane, başhane ve iplik pazarı bulunuyordu. Yine ham bez tellâllığı, sadeyağ, pekmez, bal, incir, pirinç ve hububat kapanı, kara gümrüğü, ipek dolabından da vergi alınıyordu. Halep´ten şehre gelen Yahudi ve Hristiyanlar dolayısıyla meyhane resmi tahsil ediliyordu.
Antakya´da 1710´da yapılan bir sayımda şehirde çeşitli işlerle uğraşan 1161 esnaf ve bunun dışında 2332 erkek nüfus tespit edilmişti. Esnaf grupları arasında 293 kişi ile cülâhlar (çulha) başta geliyordu, ayrıca 106 Köşker otuz dokuz yapı ustası, kırk debbağ. Altmış bostancı, altmış sekiz ekmekçi, on yedi çıkrıkçı, otuz üç kasap, on saraç, otuz bakkal, on altı terzi, on üç at-tar, yirmi yedi kazancı ve kalaycı, on beş kuyumcu bulunuyordu. Bunlar mahallî ihtiyaçları karşılayacak sayıdaydı. Önemli bir ihracat maddesi olan mavi boyalı bezleri özellikle Marsilya´da fakir halk tarafından çok aranıyordu. İplik pazarı havlucu esnafının yeri idi. Aba, kilim dokumacılığı, keçi kılından heybe ve hurç imalâtı yaygındı. Ham ipek önemli bir ihraç maddesiydi. Samandağı yöresinde ipekli, Defne´deki köylerde bez dokuma tezgâhları vardı. Kadınlar hasır dokur. Bunları perşembe günü kurulan hafta pazarında sergilerlerdi.
Şehrin çevresinde sanayiye yönelik en önemli tarım ürünü zeytindi. Zeytin işleyen tesisler de şehirde bulunuyordu. Özellikle sabun imalâthaneleri çok sayıdaydı. Defne tanesi yağından gar sabunu yapılıyordu. Esnaf Cumhuriyet dönemine kadar loncalar halinde teşkilâtlanmıştı. Şehri boydan boya kesen cadde ile nehir arasında kalan kısmın orta yerindeki çarşı, uzun çarşıdan başlar köprüye uzanırdı. Çarşı kuzeye doğru üç paralel cadde ile köprüye ulaşır, en soldaki uzun çarşının devamı olan cadde üzerinde kunduracılar, nalburlar, terziler, neccarlar; ikinci paralel caddede tenekeciler, manifaturacılar; sol taraftaki handa ise kuyumcu ve tuhafiyeciler bulunurdu.
Aktar ve manifaturacılar çarşısı hububat satılan meydana ulaşır, diğer taraftan ikinci bir cadde olarak da saraçlar ve köşkerlerle devam ederdi. Sağ tarafta eski elbise satıcıları, ikinci ve daha geniş caddede demirci esnafı, yine sağda bir cadde üzerinde keçi kılı işleyen esnaf yer alırdı. Köşker esnafının iş yerlerinin bitiminde çıkrıkçı esnafı, onun önünde sağa açılan cadde üzerinde kilim ve aba dokuyan esnaf, paralel üçüncü caddede yoğurtçu, peynirci, bakırcı ve bıçakçılar vardı. Bıçakçıların karşısında Debbağhane Camii ve ardındaki caddede tabak esnafı bulunuyordu. Köprü çarşısı denen yerde bakkal, manav, kasap, kebapçı esnafı karışık olarak yerleşmişti.
Âsi kıyısındaki cadde üzerinde oteller ve kahvehaneler sıralanmıştı. Hükümet Konağı´na doğru uzanan cadde ise şehrin en gözde semti idi. Ayrıca XIX. yüzyılın sonlarında şehirde bir iplik fabrikası kurulmuştu. Yine Süveydiye´de bir liman ve buradan Antakya´ya kadar bir demiryolu yapılmasının ve bunun Anadolu demiryoluna Halep, Birecik, Urfa ve Mardin´e uzatılmasının düşünüldüğü, ancak uygun görülmediği bilinmektedir. 1870´te Antakya-İskenderun şose yolunun yapımı, 1872’de de İskenderun bataklıklarının kurutulması kararı alınmıştır. Cumhuriyet döneminde Asi’nin mecrası ıslah edildiğinde setler sökülmüş, nehrin yatağı temizlenmiş ve değirmenler yıkılmıştır.
Nüfus
İlkçağlarda ve özellikle Roma-Bizans imparatorlukları döneminde Akdeniz havzasının en büyük şehirlerinden biri, olimpiyat oyunlarının düzenlendiği, kalabalık nüfuslu bir şehirdir. M.Ö. 40 tarihlerinde nüfus artışı sebebiyle şehir Tiyatroları genişletildi. Sık sık istilaya, salgın hastalıklara ve depreme maruz kalan şehirde aşırı nüfus kayıpları olmuştur. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. 528’deki büyük depremde halkın büyük çoğunluğu ölmüştür. Hatta şehrin 700 bin nüfusa ulaştığı, büyük depremle 250 bin, veba salgınıyla 100 bin insanın ölmesi sonucu nüfusun yarıya indiği yazılmaktadır. Dor göçlerinde ve çeşitli imparatorların iskân politikasıyla nüfus artışları görüldüğü gibi Moğol istilası sırasında Moğolların korkusundan şehre birçok Hristiyan ve Müslüman sığındı, nüfus bu yüzden artış göstermiştir de.
Antakya, Memlûk idarî taksimatında Suriye niyabetini oluşturan vilâyetlerden Halep nâibliğine bağlıydı. Osmanlıların bölgeyi fetihleri sırasında ise bu durumunu koruyordu. Yavuz Sultan Selim´in Mısır Seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine geçen Antakya Halep eyaletinin sancaklarından birini teşkil etti ve bu sancağın merkezi oldu. XVI. yüzyılda Antakya şehrinin Halep vilâyetiyle birlikte defalarca sayımı yapıldı. Bu tahrirlere göre şehrin nüfusunda 1527´den 1589´a kadar büyük bir değişme olmadı. 1527’de şehir 1006 hane. 131 mücerred (bekâr) 1537´de 1196 hane, 265 mücerred: 1552´de 1087 hane, 395 mücerred; 1570´te 1074 hane. 387 mücerred; 1589´da ise 1064 hane. 511 mücerret nüfusa sahipti. Bu rakamlara göre evli (hane) nüfus nispetinde 1537 yılı hariç büyük bir artış olmadığı, mücerred nüfusta az bir artış meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Mahalle sayısı ise yirmi iki yirmi dört arasında değişmekteydi. Bunlardan Debbûs (Dörtayak). Haraca Bekir ve Hallâbünnemle (Basaliye) mahalleleri Osmanlı fethinden sonra kurulmuştu. Bugün birçoğu unutulan, bir kısmının da adı değişen mahalleler arasında Dörtayak, Habîbünneccâr, Kastal, Şirince Pınar, Meydan, Mahsen, Câmi-i Kebîr adları hâlâ bilinenleri teşkil eder. Diğer mahalleleri ise Cülâhân, İmranoğlu, Keşkekoğlu veya Habîbünneccâr Şönbikoğlu. Saha, Paşa. Mukbil, Sofular Şeyh Hamza Süveyka-yı İbn Hümmara, Şeyh Kasım, Kanavâtî. Sarı Mahmut, İbn Seb´ Zeytinoğlu adlarını taşımaktaydı. XVI. yüzyıl boyunca bunların en kalabalıkları Habîbünneccâr Cülâhân, Dörtayak, Kanavât ve 1552´den sonra adına rastlanmayan Haraççı Bekir mahalleleriydi. Bütün bu mahalleler sur içinde yer alıyor. XIX. yüzyıl ortalarına kadar sur dışında pek mahalle bulunmuyordu. 1838´de Antakya´yı gezen M. Georges Robinson, sadece köprünün diğer yakasında adı dahi olmayan bir mahalleden bahseder. Burası vaktiyle Selâmet mahallesi denen bugünkü Cumhuriyet mahallesidir.
XVI. yüzyılda gayrimüslim nüfusu bulunmayan Antakya önemli bir geçit mevkii durumundaydı. Nitekim köprübaşında giren ve çıkan mallardan Bac vergisi alınıyordu ve bu vergi XVI. yüzyıl başlarında 4500 akçe iken daha sonra 12.000 akçeye yükselmişti. Ayrıca şehirde, alınan vergilere göre, at ve esir pazarı, mezbaha, boyahane, tabakhane, başhane ve iplik pazarı bulunuyordu. Yine ham bez tellâllığı, sadeyağ, pekmez, bal, incir, pirinç ve hububat kapanı, kara gümrüğü, ipek dolabından da vergi alınıyordu. Halep´ten şehre gelen Yahudi ve Hristiyanlar dolayısıyla meyhane resmi tahsil ediliyordu.
Şehrin nüfusu hakkında bilgi vermeyen Evliya Celebi burayı sekiz saraylı, mâmur haneleri Asi nehri tarafında yer alan, müstahkem surlara sahip sulak bir yer olarak tarif eder. Kâtib Celebi ise Antakya içinde yedi çarşının bulunduğunu, bunların üçünün üstü kapalı olduğunu, şehrin ortasındaki kilisenin kapısı üzerinde iki çalar saat yer aldığını yazar. Fransız seyyah Tavernier şehri görmeye değer bulmamış. Asi’nin ulaşıma elverişli olmaktan çıkmasıyla sönük bir yer haline geldiğini belirtmiştir. 1838´de Robinson Antakya´nın nüfusunu 6000 olarak gösterir. 1867´de Cevdet Paşa Antakya´da 8775 Müslüman, 1129 gayrimüslim nüfusun bulunduğunu yazar.
Yüzyılın İlk Yarısında Kentte Eğitim Öğretim
Osmanlı Devleti’ tedrisat yani öğretim, ilmiye sınıfına mensup olan müderrisler tarafından yürütülmekteydi. Öğretim ise, İslam inancının temelini açıklayan “akâid” ve amelî konuları açıklayan “fıkıh” bilimlerinin öğretilmesi yanında, aklî ve naklî din kurallarının tümünün öğretilmesinden ibaret olup, bu görevi yapanlara müderris deniliyordu.
Medreseler, vazifeleri bakımından on iki dereceye ayrılmış olup, buralarda okuyanlar derece derece yükselirler ve en son olarak da müderris olurlardı. Medreseleri belirli bir aşamadan sonra bitiren öğrenciler, görev alacakları kısma göre “Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri”nin belirli günlerdeki meclislerine devam ederek “matlâb” denilen deftere “mülâzım” kayıt edilerek atama sırasını beklerler ve bu bekleyişe “nöbet” denilirdi. Nöbet sırası gelenler en aşağı derecedeki medreselerden bir tanesine müderris olarak atanırlardı.
İncelediğimiz dönemde Antakya’da görev yapan müderrislerin görev süreleri kesin bir kurala bağlı gözükmemektedir. Müderrislikte derece derece yükselen kişilerin görev süreleri bazen hayatlarının sonuna kadar devam ediyordu. Boşalan müderrisliklere, vefat eden kişilerin müderrislik yapmağa hak kazanmış oğlu veya oğulları getirilmekte olup bu kesin bir kural değildi. Bu dönemde müderrislerin bazıları ise “nıfs hisse” ile bu görevi yürütmekte idiler. Müderrislerin aldıkları ücretler de görev süreleri gibi belirli bir şarta bağlı değildi. Müderrislerin ücretleri konusunda çoğunda “vazife-i mu’ayene” kaydı varken bir kısmının aldığı ücret ise açık olarak zikrediliyordu. Ücretlerde medrese vakfının tayin ettiği miktarların değişik olması, bu konuda belirli bir kaidenin olmadığını göstermektedir. Antakya şer’iyye sicillerinde karşılaştığımız isimler şunlardır. Hacı Hasan Efendi, Hacı Hasan Efendi b. Matuf, İbrahim Efendi b. Yusuf Efendi, Ahmed Efendi b. Hacı İbrahim Beğ ve El-hac Hasan müderris olarak, Hacı Osman ise hoca olarak ifade edilmektedir. 1710 yılına ait bir belgede Molla Abdullah b. Hacı Halil müellif olarak zikredilmektedir.
Antakya’da bulunan Es-seyyid El-hac Abdullah Ağa Camii ve Medresesi’nde, 1216 (1801) yılında şeyhülislamın onayı ile Hafız Es-seyyid Ahmed Efendi ders-i amm olarak görevlendirilmiştir. Kendisi fetva emini olarak zikredilmektedir. Belirtilen tarihte müderris olarak Kansa-zade müderris Es-Seyyid İsmail Efendi ve Es-Seyyid Mehmed Sadık Efendi’nin isimleride zikredilmektedir. 1849 yılında Şeyhülislam İsmet Beyzade Es-Seyyid Arif Hikmet Bey, fetva emini Şerif Yahya Efendi’nin Servili medresede müderris olmaya layık olduğunu belirterek teklifte bulunmuştur.
18. yüzyılın ilk yarısında Antakya Kazası’nda 30 medrese, 15 kilise ve havra, 1 rüştiye mektebi, 17 Müslüman iptidai mektebi, 3 Rum mektebi, 1 Ermeni mektebi, 2 Protestan mektebi ve 1 Musevi mektebi bulunmaktadır.
Tarım
Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovasında; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk tunç çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.
Hatay’da ilk yerleşimlerin Amik Ovası’nda Amik Gölü civarında olması da gösteriyor ki bu bölgenin geçim kaynaklarından birisi de tarımdı. Tarımcı Mısırlılar başta olmak üzere, Hititlerden Romalılara, feodal dönem Avrupalılarından ekonomisi ağırlıklı olarak Tımar sistemine dayanan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar pek çok kavimin yönetimi altına giren Hatay’da tarımcılığın önemli bir ekonomik etkinlik olduğunu söylemek mümkündür. Geniş Amik Ovası ve Gölü bu imkânı sağlamakta önemli bir işlev görürdü. Höyüklerden çıkarılan kalıntılara bakıldığında tarıma işaret eden bulgular bu düşünceyi destekler niteliktedir. İlk zamanlarda üretimi en çok yapılan tarım ürünleri buğday ve pirinç tarımıydı. Günümüze kadar üretimi halen devam eden bu tahıllardan başka zeytin, meyvecilik, sebzecilik ve hususen pamuk üretimi ekonomik alanda kendilerine ayrılan alanı doldurmaktadır.